Nimet YILANOĞLU:
“Dünyada her şeyin içinde önemli yüzdeliklerde su var. Su bilim için yüzyıllardır mucize, peki ya edebiyat için? Suyu edebiyata Tanker Tanser kazandırdı. Kendisi su içmeyi çok seven bir çocuk. Yani öyle biliniyor. Siz okurlar tanıdınız mı? Daha önce yazılmamış birini tanıyacak gücü sizde görmüştüm oysa ki.
Serbest su açığı vücutta sıvı elektrolit dengesizliğinden kaynaklı suya olan ihtiyaçtır. Vücut susamıştır. Tanser de öyle. Tanser minik tatlı bir bey olarak sürekli su içer. Başlarda fark edilmez bile sonra zamanla ne oluyor denir. Denir denmesine de ne denir? Tanker Tanser! Tanser su içtikçe lakabıyla bütünleşir bir gün acillik olana kadar tabii. Sonra gerçekten serumlar! Bir süre güzel bir tedavi gören Tanser bir müddet sonra içtiği su sayılan çocuk oluverir. Tanser bir türlü huzura eremez.
Bunu hepimiz yaşamıyor muyuz? Bazılarımız suyla bazılarımız kaşıyla gözüyle bazılarımız duygularıyla sosyalliğiyle. Tanker Tanser olmayan da yok yani!
Düşünsenize organlarınız yanlış çalışıyor, vücudunuzda sodyum fazla ve su az ama gerçek anlamda tehlike geçirmeden sadece tanker deniyor. Bu toplumumuzun duyarlılık modelini açıklamakla kalmıyor. Bir çocuktan bir haber insanlarımızı da gösteriyor. Yani gerçekten kan kaybetmediğiniz sürece sağlıklı olduğuna inanmak algısı ilkel zamanlarda bile aşılmış olsa da kimin ne kadar sağlıklı olduğu artık görülebilen bir gerçek değil.
Neye ihtiyacımız olduğu konusundaki bilinçsizliğimiz her yerden anlaşılıyor artık. Bilmiyoruz neremizin ağrıdığını gerçek anlamda. Sonra her şeye iyi gelir diye yapıyoruz bir şeyler. Ne kadar doğrudur çok tartışılır gerçekler bunlar. Böyle bir toplum olmayı nerden nasıl öğrendiğimize gelecek olursak kesinlikle beyinlerimizi kullanmadığımız gerçeği yüzümüze tokat gibi iner. O kadar gereksiz şeylere uzun vakitler ayırıyoruz ve o kadar aynı şeyleri yapıyoruz ki sonra neden aynı şeyleri yaşadığımızı soruyoruz. Yaşadığını sormak, bu kadar çelişkili durumların insanıyız sanıyoruz. Yaptığımız tek şey ise içinde bulunduğumuz durumu çeliştirmek. Biri ağlarken izlemeyi öğreniyoruz hayattan, kimileri de bu olgudan yanlış etkilenip ağlatmaya başlıyor. Sonra oturup bunları baştan konuşuyoruz? Şimdi size bir sorum var beynimizi kullanabilsek bunları yapmamız mümkün mü?
Duygular üzerinden sömürülmeye o kadar müsaitiz ki. İnsanlar dursunlar, duygulansınlar ve biz bir şeyler yapalım istiyoruz. Toplumsal bir serbest su açığımız var, susuzuz. Afrikaya gidip gelen gölgeleriz suya sahip olma konusunda. Tuzluyuz, tuzumuz kuru olsun diye abanmışız tuza. Kimse kimseye dışarıdan bakmamış, ne dışarısı canım biz içerilerin insanlarıyız. Ama gel gör ki bize ne! Biz susuz bir bebeğin tanker oluş hikayesini yazmadık mı? Yani şimdi yaşanmış hikaye diyip senaryo yazmazsam kimse beni dinlemeyecek mi? Biz her gün susuz bırakmıyor muyuz çocukları? Ekolojik olarak da böyle olduğunu biliyoruz da. Bu susuz tanker ruhlar için yapmamız gereken bir şeyler yok mu?
Bir sorunu çözmenin en iyi yolu onun etiyolojisine inmek, nasıl başladığını bulmaktır. Hele bu sorun toplumsalsa tarih tekerrür etmekten hiç çekinmez. Tarih bilmediğimiz için yaşadığımız dejavuları kore sinemalarında romantize edişimizi buna örnek verebilirim. Şimdi sorunumuzun en derinlerine ve kökenine elimizi atalım. Dünyada sosyal olarak ne varsa kökeni Sokrates’tir. Sokrates ‘Kendini Tanı!’ diye dolanmış Atina sokaklarında. Acaba bu sloganı yanlış anlamış olabilir miyiz? Hem de çok uzun yıllardır falan. Kendini tanımanın mütevaziliğinden baya uzak bir toplum oluştu. Denileni yanlış anlamakta zaten üstümüze yok. Kendimizi tanımak konusunda da iyi değiliz sanki? Peki bunun Tanker Tanser ile ne ilgisi var? İnsan yaradılış gereği sosyaldir esasında. İletişime ihtiyacımız var. Peki yaradılışımız gereği olan şeyi ne kadar yapabiliyoruz?
İnsanın yaradılışından bu kadar uzaklaşması problemi ne zaman başladı bunu kestirmek zor ama bunu bulacağımıza eminim. İnsan yaradılışından uzaklaştığından beridir iletişim kuramıyor, kendini tanıyamıyor, Tanker Tanser’ler çoğalıyor. Benlerden uzaklaştıkça insanlar kümeleniyor. Sonra bozuk toplum algıları, fark edilmemiş yetenekler, dışlanmış çocuklar, görülmeyen problemler derken çürüyoruz. İhtiyacımız nedir ne değildir hep kayboluyor. Nasıl oldu diyoruz? Yolumuza bakıyoruz, bu yürüdüğümüze de yol denirse. Birileri herkesin acısıni çeker gibiyken huzurla içiyoruz kahvemizi. Bir yerlerde ne olduğundan öte yanı başımızda ne olduğu bile bize bir şey öğretmekte aciz. Sokrates kendini tanı demiş, biz kendiler uydurmuşuz. Aynı gömlekten sayılmayacak kadar kalp çıkmış. Hepsi bir de edememiş, cep de. Sonra neyimiz var neyimiz yoksa bir kağıda sığmış, atmışız cep de olmayan çiçek de dolmayan gömleğin cebine. Ellerimizi kavuşturmuşuz, kavuşturabildiğimiz tek şeymişçesine. Yenik düşmemek için olana bitene, bir isim vermişiz; talihsizlik. Bahtı karalar olarak bir tek su açığını bile kapatamamış olmakla beraber yenilerine neden olmuşuz. İstemeyerek. Zaten ne yaptıysak istememişiz. İstemek bize hep uğraştırıcı gelmiş. Gün gelmiş uğraşılmaz iki insan bir belediye bankında gençliğimize yanmışız. Neymiş ya bu yaradılıştan uzaklaşma?
İnsan tutamaz mı kalemi, yazamaz iki satırı dahi? İnsan öylece kendine gelemez mi? Tanker tanker su içse Tanser olamaz mı?
Tik. Tak.
Zaman. Peki ya zaman? Suçun büyüğü onda değil mi? Her şey onda başlayıp bitmiyor mu yani? Bundan birkaç saat önceki benle şimdiki benden, bundan birkaç ömür önceki bene bir şeyleri hep zaman belirlemedi mi? Ayrıca akıl da yetmiyor anlamaya. Mısırlılar güneşi kullanıp bir takvim yaptıklarından beri yırtıyoruz yaprakları. Her şey akışında ilerliyor, geceler gündüz oluyor aynı keza gündüzler gece. Dünya dönüyor yani. Peki bu soyutluk? Zamanda büyük bir açık değil mi? Zamanla artmak mesela ne kadar değişik geliyor kulağa. Zamanın gizemi kadar acımasızlığı da düşündürücü. O soyutluk ne kadar keskin, yani şimdi ölsen bir dakika sonrası hep var olacak. Peki bunu bilmek nasıl hissettiriyor insana. İnsan insan olmaktan ürperiyor sanki. Ne de olsa insan! Zaman hep işlemez mi insana? Aniden güzel anlar bırakıp işkencesine devam etmez mi? Yani biraz da zaman değil midir insanı yaradılışından uzaklaştıran? Sonra insanı insandan eden? Vaktimiz olmaz ya hiçbir şeye. Akan suya, giden otobüse, yeni bir ilişkiye, sevgiye inanmaya, üzülmeye, masanın üstünü silmeye, birkaç satırı okumaya. Hani zaman herkese eşit ve adil olmakta kötüdür ve kimsenin peşini bırakmaz ya.
Şimdi zamana bir şeyler yapsak zihnimizde tabii kendimize de, sonra sabretsek biraz çünkü ne yapmış olursak olalım zamana ihtiyacımız bitmeyecek. Dursak düşünsek ne varsa yaradılışımızda; ölüm mesela. Görebilir miyiz susayan bir çocuğun hasta olduğunu. Ama çok su içtiğini, bir tanker şakasından öteye gidebilir miyiz? Ya da dünyanın suya ne kadar ihtiyacı var diyebilir miyiz? Tüm su açıkları düşünerek biter mi? Musluğu daha erken kapatır mıyız yoksa düşüncelere dalıp açık mı unuturuz? Ve sonra zaman bir yanlışı daha ehemmiyetli mi yapar? Tüm su açıklarını görebilir miyiz? Buna yetecek zaman ve insan öyle hemen olur mu? Ya da yaradılışı gereği serbest bıraksak su açıklarını zaman, insan ve Tanser dengesini bulur mu?”